19 Temmuz 2011 Salı

"Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın" Fatmagül Berktay


“Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın”
Fatmagül Berktay’ın aynı adlı kitabı üzerine yorum ve yaklaşım denemesi.Off ne parçaladım ama!


17.01.2011






Günümüzde kadınların karşı çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorun kadın ve erkek kimlikleri ve rolleri konusunda, toplum ve kültür tarafından belirlenmiş “önkabuller” nedeniyle, yani toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilmektedir. Bu oluşum belli başlı erkeklik ve kadınlık üzerine cinsel kalıplar ve imgeler üretir, Berktay’ın doktora tezi olan bu kitapta, bu imgelerin dinler ve kültürler tarafından uzun yüzyıllar boyunca oluşturulan gelenek ve göreneklerin nasıl bir parçası haline geldiğini inceliyor. Bu gelenek ve göreneklerin içine kaynayıp, kendilerini dindar saymayan insanların bile içselleştirdiği şeyler olduğunu savunurken, inançsız insanların bile bu kalıplar üzerinden düşündüğünü ve gene onlar aracılılığıyla kimliklerini “kurduklarını” savunuyor.
Berktay’a göre din hem bireysel hem de kolektif insan yaşamının en derin yönleriyle ilgili bir olgu. Dolayısıyla, insan davranışına yön veren insan öznelliğini kavramak istediğimizde, dini de incelememiz gerektiği açık; din de insanla ilgili olan her olgu gibi tarihsel ya da toplumsal bir incelemeye tabi tutulabilir. Ve böyle bir incelemeye giriştiğimizde “hemen her konu gibi dinin de toplumsal cinsiyet bölünmesinin iki kutbu, yani kadınlar ve erkekler açısından farklı anlamlar taşıdığı gerçeğiyle yüz yüze geliyoruz. Özellikle kadınların dinle ilişkisi her zaman çok karmaşık, çelişkili ve gerilimli olagelmiştir”(Berktay, 8). Berktay’a göre din bir sürü biçimsek imge yaratır ve bu nedenle bir toplumun gelenek ve görenekleri o kültürün ifade biçimleri ve anlam yaratma süreçlerinin bir parçası olarak bu imgeleri kullanır. Kadını ikinci bir planda konumlandıran dinlerin içselleştirdiğimiz ve inanmayanların bile uyguladığı bu ön kabullerden kurtulmak zordur. Kadınlar, çocukluklarından ve büyütülme tarzlarından kaynaklanan bu ön kabulleri aşmada, mücadeleye bir-sıfır yenik başlarlar. Çünkü dışarı güçlerle mücadele etmeden önce kendi içselleştirdikleri kavramlarla savaşırlar. Din, özellikle de tek tanrılı dinler, bu kalıpları ve imgeleri oluşturmada ve onların insanlar tarafından benimsenerek içselleştirilmesini sağlamada belirleyici bir rol oynar; çünkü bu kalıpların mutlak ve değişmez, başka bir deyişle “kutsal” olduğunu iddia eder. Aynı şekilde, doğayı da arkasına alan din bir takım kodları günlük dilin bir yansıması haline getirerek kadın-erkek ve cinsellik üzerine ahkamlarda bulunur, en önemlisi de bunlara sanki yaradılışın bir kanunu gözüyle bakılmasıdır: kadın ve erkeğin yan yana olması “doğanın kanunu gereği” cinsel bir birliktelikle sonlanır, eşcinsellik günahtır ve yasaklanmalıdır çünkü “doğanın kanunu budur”. Kadın çocuk büyütür, erkek tarlada çalışır, doğanın kanunu budur, bakın siz bu işe kadın hem çocuk büyütür hem de o da tarlada çalışır, bu da doğanın kanunudur. Burada doğanın da din ile ilişkilendirilmesi ve cinsiyetlere yüklenen sorumlulukların nasıl da dine ya da natürel gelişime yaslanılıp bir punduna getirildiğini görmez miyiz?
Din’in etkin bir meşrulaştırma aracı olduğunu iddia eden Berktay, bu konuda Weber ve Geertz’in sosyolojik araştırmalarında yararlanıyor. Weber’e göre din bir anlamlandırma sistemidir. İnsanlığın varoluş sorunlarıyla ilgilenen ve aslında bu dünyaya yönelik bir olgudur. Ahret kavramını yine “bu dünyanın gerçekliği” için kuran bir sistemdir ve bu dünyanın gerçekliğiyle anlamlandırdığımız bir düzendir. İnsan “anlamlandırma”ya ihtiyaç duyar, dünyayı yorumlamak, kimliğini kurmak için dayanması gereken bazı kaynaklar olmalıdır. Kendini bir yere ait hissetmek ister, çünkü varoluşunun en daimi kanıtı budur. Geertz’in dinin bir kültürel sistem olduğunu savunan düşüncesi de bununla bağlantılıdır. “İnsanların kendi yaşamlarını düzenledikleri, yorumladıkları bir açıklama sistemi” olarak kavramsallaştırdığı din olgusu gerçekten de yalnızca kutsal olanı değil “gündelik yaşamın” da nasıl yaşanması gerektiğini anlamlandırır. Bu şekilde bir anlamlandırma Berktay’a göre “düzen verme” fikriyle bağlantılı olup aslında “ahlaki bir kesinliğe” doğru insanı yönlendirir. Mutfağın temizliği imandan gelir, bir yaşlıya karşıdan karşıya geçmesinde yardım etmek ya da dolmuşta yaşlılara yer vermek ahrette ve bu dünyada bize iyilik olarak geri döner. Bu durumda yoldan öylesine geçen ve çevresine dikkat etmeyen bir insan ‘dikkatsiz’ olduğu kadar ‘ahlaksız ve canbetlik’ sıfatını da hak eder, çünkü yaşlı bir adama yardım etmeyerek cennetin kapısından biraz daha uzaklaşmış olur. Berktay’ın altını çizdiği önemli ayrıntılardan biri de, bu tarz anlamlandırma çabalarının toplumdan ve çağdan çağa değişkenlik göstermesidir, “toplumsal gerçek” değiştikçe bu “gündelik” anlamlandırmalarımız da sadece yüz değiştirir. Ama temeli aynı kalır. Bugün her beş dakikada bir yolumuzu kesip engelliler yararına çıkan yalan yanlış dergilerden almadığımız zaman, kendimizi suçlu hissederiz, çünkü satıcı bize ‘Allah rızası’ için bunu satmak ister, almaya pek yanaşmadığımızda da bizi yine ‘Allah’a havale eder’. Kendimizi eksik bir kul gibi hissede hissede evimize geri döneriz. Artık bir süre sonra yaptığımız iyilikleri sadece ‘Tanrı için’ yapıyor olmak gündelik bir görevmiş gibi gelir, öyle ki camiye sıklıkla gitmeyen inançlı birey vakıflara yaptığı yardımlarla ibadetini oturduğu yerden yapabildiğini düşünerek içini rahatlatır. Din olgusu, insandan bağımsız bir irade kurmuştur bile ve kişi kendini bu sürate kolaylıkla ve iç rahatlığıyla kaptırmak ister. Berktay bunu Abercrombie’nin yorumuyla bağlar: “din, dünyanın insan iradesinden bağımsız bir olguymuş gibi görünmesini sağlar”, insanın hayatı sürdürmedeki amacı çağlardan çağlara deri değiştirse de aynı kalır ama bu çabanın boşuna gözükmesini sağlar, çünkü biz ne yaparsak yapalım bizden bağımsız olarak değişen ya da hükmeden bir sistem vardır. Bu nedenle de yaptıklarımıza, yön verdiklerimize yabancılaşan bir “koyun sürüsü” haline geliriz: alnımızda yazılan kadere boyun eğen insanlarız biz.
Berktay çalışmasının ilerleyen kısmında toplumsal denetimin beden ve din üzerindeki bağlamını inceler. Batı Hristiyan toplumlarında bedenin disiplin altına sokulmasının ekonomik ve politik iktidarı sağlamak için yapılan bir ayin olduğundan bahseder. Buradaki yorumu, Bryan Turner’in materyalist yaklaşımından etkilenerek yapmıştır. Bugün kadın bedeni de hala “aile kavramı” sayesinde disiplin altına sokulur. Evin içine kapanmak, gündelik işlerle geçen zamanda “evde olmak” hali bile disiplinin aslında bir parçası değil midir? Berktay daha sonra dinin cemaatçi yönünden bahseder. Din, sözlük anlamı gereği “religion – religio” bağ demektir, insanların din yoluyla Tanrı’ya bağlanmaları... İnsanların sadece  din yoluyla birbirlerine bağlanmaları…Sadece din yoluyla birbirine bağlayan insanların, sadece başka bir dine bağlayan insanlarla ilişkileri ise oldukça düşündürücü. Dinin toplumsal denetimi ve dayanışmayı ne kadar sağladığını sorgulayan yazar, “kutsal” olarak nitelendirilen dini savaşların gerekçelendiriliş tarzına dikkat çeker. Kadın-erkek üzerine verilen en büyük savaşlardan biri de ne yazık ki cinselliktir. İki bedenin birbirine dokunabilme hürriyetine ve mutluluğu hakkında da söylenecek birkaç söz vardır. Çünkü aslında iki insanın da birbirine bağlanma yolu yine Kutsal Hak ve Din yoluyla ‘doğru’ kabul edilir. İmam nikahı ya da kiliselerde gerçekleşen din, sevginin en büyük kanıtı ve dayanağı olarak yine bireyin kendini ‘doğru bir şey yaptığına dair’ inandırma ihtiyacından kaynaklanır. Dinin kabul etmediği bir sevgi, eşcinsellik, evlilik dışı ilişki günahtır, insanların ‘öbür dünyada’ iki yakası bir araya gelmez. Katolisizmin, Yahudiliğin, İslamin ve Protestanlığın cinselliğin düzenlenişi konusundan yaptığı yorumlardan bahsederken kısaca şunu söylemektedir:
“Bu kutsal metinler insansal/ toplumsal kurgular olmaları ölçüsünde belirli toplumsal cinsiyet rollerini ve dikotomilerini kurgulamanın, meşrulaştırmanın ve pekiştirmenin en etkili ve kapsayıcı araçlarıdır. Böylelikle var olan iktidar ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini kapsayan güçlü bir ideolojik silah oluştururlar.”
Tek Tanrılı Dinlerin Ortak Özelliği
Tarihsel gelişime bakarsak Eski Mezopotamya’da ortaya çıktığını gördüğümüz ataerkil sistem, egemen sistem olarak yerini sağlamlaştırdıkça erkeklerin başta bedenleri olmak üzere kadını denetleme ve hatta onun üreme ve cinsellik işlevlerinden yararlanma haklarını giderek kurumsallaştırdı. Bu anlamda, tek tanrılı dinlerin kadınların “doğasına, statüsüne ve rolüne” ilişkin normlarından çok iyi faydalanıp ataerkil sınıflı toplumlarda varolan değerleri temel almıştır. Bu şekilde de bu normları meşrulaştırıp pekiştirmek çok da zor olmamıştır:
“Ataerkil sistem bir kez kendini hiyerarşik ilişkilerin işlevsel sistemi olarak meşrulaştırdıktan sonra, toplumsal ekonomik ve cinsel ilişkileri dönüştürdü ve bütün düşünce sistemlerine egemen olarak, özellikle cinsiyet kimlikleri ve rolleri konusunda bir dizi ön kabulün yerleşmesine yol açtı”
Berktay bu ön kabulleri tek tanrılı dinlerin ortak yaklaşımı olarak görür ve açıklar.
1.      Kadınlar ve erkekler yalnızca biyolojik değil, ihtiyaçları, yetenekleri ve işlevleri bakımından da farklıdırlar. Ayrıca “kadınlar ile erkekler arasında nasıl yaratıldıkları ve Tanrı’nın onlara verdiği toplumsal işlevler” açısından da fark vardır. (Berktay, 68)
2.      Erkekler “doğal olarak” daha güçlü ve akılcıdırlar. Dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır ( İslam’ın bir erkeğe dört kadın vermesinin sebebi sahiplenmek ve kollamaktır). Erkekler siyasal ve devletle ilgili konularla ilişkilendirilirken, kadın da duygusal ve rasyonel olmayan konulara yakındır (?).
3.      Erkeklerin “aşkın yetenekleri” vardır (dünyayı yorumlamak ve düzene sokmak gibi), kadınlarınsa “içkin yetenekleri” vardır ( çocuk bakmak, türün yeniden üretilmesi). Her iki işlevin önemli olduğunu kabul etmekle beraber, erkeklerin işlevinin daha üstün olduğu varsayılır. Erkeklerin yarattığı ölümsüz bir kültür ürünüyken, kadınlar ölümlü çocuklar doğurur.
4.      Erkeklerin kadın cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakları vardır; kadınların böyle bir hakkı söz konusu değildir, ne de olsa “kadınlar erkeklerin tarlalarıdır”, onları istedikleri gibi ekip biçebilirler. (Kuran-ı Kerim)
Bu kanıtlanmamış ve kanıtlanması mümkün olmayan varsayımları, kutsal metinler, tanrısal nitelik ve kutsallık kavramlarıyla değişmez kılmışlardır. Berktay, bu meseleyi ilerleyen kısımlarda köktendincilik kavramıyla da şekillendirir. Kanıtlanması mümkün olmadığı için “geçerli ve değişmez” olarak kabul edilen bu anlayışa göre, toplum ve hayat din üzerinden şekillenir. Toplumsal gerçeklik değişse bile her zaman için geçerliliğini koruyacak olan bir sisteme sahip olduğu için zamansızdır; yani her zamana uyumludur.
Berktay kitabın sonlarına doğru kadın olmanın “bilinç” durumundan bahseder. Hegel’in metaforundaki köle gibi kadınların “mutsuz bir bilinçlilik” durumu yaşadığını, hem kendilerini ezen kültürün bir parçası hem de onun yabancısı kılan bir yabancılaşma içinde olduklarını anlatır. Bununla mücadele etmek için öncelikle baskı ve iktidar mekanizmalarına ilişkin bilgi birikimine ihtiyaç olduğunu söyler. Ayrıca kadınların dayanışmasını, bu birlikten güç almasını savunarak bunun dişil söylem için önemli bir adım olacağını vurgular. Kitabın genel olarak incelemesini yaptıktan sonra bölümlere ayırarak tekrar bakalım.
Birinci Bölümde Berktay, insan bedenine ve bedensel varoluşa yüklenen anlamları inceliyor: varoluşun kökeni ve kutsal kitapların yaradılış adını verdikleri olgu üzerinde duruyor. Bu bağlamda, çok tanrılılıktan tek tanrılığa geçişte insanlığın yaşadığı toplumsal ve kültürel dönüşümün cinsiyetlerarası ilişkilere nasıl yansıdığını, cinsiyet kalıplarına nasıl bir somut içerik kazandırdığını, bunun iktidar ilişkileri açısından doğurduğu sonuçları inceliyor. Üç tek tanrılı dinde Tanrının cinsiyetinin neden erkek olarak kavramsallaştırıldığını, bunun kadın-erkek kimlikleri, otorite ve iktidar yapılandırılması üzerine ilişkin düşüncelerimizi nasıl etkilediğini ve kadınların soyu üretme yetilerinin ideolojik olarak nasıl ve neden küçümsendiğine yanıt arıyor. Tüm bunları anlatırken de en başa, başlangıca, yani Ana Tanrıça’ya dönüyor.
Yakın Doğu ve Mısır’da ilk yazılı kayıtlar, İ.Ö. 4. Yüzyılda ortaya çıktığı dönemde, ataerkillik iyice yerleşmiş durumdaydı, anaerkillik varsa da bugün bunu kanıtlamak için oldukça derin bir soykütüksel araştırma gerekir ve yeterli veri bulunmamaktadır. Berktay burada arkeolojik kanıtların zorluğundan bahseder. Daha sonra Henry Morgan’ın yorumlarına yer verir: “Ana soyluluk, topluluğun yerleşik düzene geçmesiyle ve mülkiyet biriminin yaygınlaşmasıyla yok olmuştu”. Engels’in düşüncelerinden de yararlanan Berktay toplumsal gerçekliğin ve zihniyetin zaman içinde yavaş yavaş değişmesiyle bu noktaya gelindiğini anlatır. Tarımın gelişmesi, saban gibi araçların özel mülkiyet alanına girmesi, özel mülkiyet sahibinin ilk olarak erkek olması, erkeğin mülkiyetini kendi soyuna bırakmak istediği için tek eşliliği seçme durumu ve bu anlamda ortaya çıkan zengin-yoksul karşılaşması… Zengin-yoksul ayrımı anaerkil dönemden bu yana var olan ve kadınları da kapsayan toplumsal sınıf bölünmelerine yol açmıştır. Sabanın mülkiyet aracı olarak görülmesine rağmen, toprakla ilk haşır neşir olan ve hasadı ilk üreten kişinin kadın olmasından dolayı doğa, kadınla ilişkilendirilirdi. Ana Tanrıça, tıpkı doğanın kendisi gibi içinde tüm karşıtlıkları barındıran bir kimlikti: bekaret/çiftleşme, yırtıcı/zayıf gibi harman bir özelliğe sahipti.
Berktay ana erkillikten ata erkilliğe geçiş sürecini mitolojiden ve din kitaplarından öykülerle de süsler. Artık Ana Tanrıça İsis “tahtan indirilen” bir kadın olarak “erkeğin yanında duran tanrıça” sıfatına düşer. Kadının doğurganlığındansa “kutsal birleşme” olarak anılan ve önem verilen bir ayin ortaya çıkmıştır: çiftleşmenin kendisi kutsallaşmış ve kurumsallaşmıştır. Çünkü rahipler Namu’nun ismini, Ana Tanrıça’yı Tanrılar listesinden silivermişlerdir. Efsaneleri bile siyasal amaçlarına uyduran iktidarın bilgiyi bu kadar sömürmesini Foucault’ya dayandıran yazar, bilgi morfolojisinin öneminden bahsederken kadınların işte bu tip sorunlarla mücadele etmesi gerektiğini söyler: “tarihi yeniden yazmak” ve bilgiye gerçekten hükmedebilmek.
Artık Ana Tanrıça, Baş Tanrı’nın karısı rolündedir: artık erkek üretken ve can veren kişidir. Kadın doğurganlığı, “kutsal birleşme” fikrinden gelişerek bu aşamaya gelmiştir. Erkeğin spermi toprağı yeşerten tohum olarak görülür. Artık bu tohum-toprak ilişkisinde tohumun önemi ve can veren madde olarak görülmesi vurgulanır. Meryem Ana, İsa ve Tanrı arasında sadece bir aracıdır, İslam’da kadın, erkeğin tarlası olarak görülür, Yahudilikte Tanrı İbrahim’e tarlaları “onun tohumuna” vermiştir. Sünnet de soyu üretme yetkisi olan organın ritüelistik bir övgüsü görevi görür. Üretmek önemlidir ve bu anlamda iktidarı ve din gibi tüm iktidar olgularını elinde tutar.
Berktay kadın sünnetinin bu konuyla asla alakalı olmadığını, çünkü Afrika’da ortaya çıkmış tamamen dinsel inanışlara dayandırılarak ortaya atılan bir uydurma olduğundan bahseder ve kadın sünnetinin var oluş sebebinin kanıtlanmamış olmasının aslında bir kanıt olduğunu anlatır. Berktay buradan sonra yeryüzündeki günahın ve ıstırabın neden kadın olarak görüldüğünü sorgular. Gılgamış destanındaki Endiku’nun hikayesinden de yararlanarak okuyucunun bu konuyu daha kolay içselleştirip düşünebilmesini sağlar.
İkinci bölümde kadın bedeninin toplumsal denetimi üzerinde durur. Eski Mezopotamya’da kabileler arası kadın çalmanın, kadını mülkiyet haline dönüştürmenin kültüründen, Hammurabi yasalarına değinir. Hammurabi yasalarına göre adam karısını ve çocuklarını borç karşılığı köle olarak satabilirdi. Bugün bile bu tip olayların toplumsal gerçeği değişse de hemen hemen aynı kaldığını görmek üzücü değil midir? Bugün borç nedeniyle kendi karısını ya da kızını satan erkekler yok mudur?
Örtünmenin bir sessizlik imgesi olduğu ve bu imgenin kadına yakıştırıldığından bahseder. Aristoteles’in dediği gibi “sessizlik, kadının izzeti” olarak görülür. Sessiz ve örtünen kadın (bu örtünme kendini eve kapatan ve ev işleriyle var olan bir kadının durumu olarak da örneklendirilebilir) ayrıca da anne olarak saygı görür. Ama yine de Yahudilerin dualarında olduğu gibi “beni kadın yaratmayan Tanrı’ya şükürler olsun” diye dua eden bir zihniyet de bulunmaktadır. Dinin yetkisini Tanrısal bir iradeye dayandırarak bunları yaptırtma gücünden bahseden Berktay önemli olanın dogmanın kendisinin değiş, yorumlanış biçiminden olduğunu yani anlamlandırmada olduğunu dikkatle söyler. Kadınların dini anlamlandırıp bu şekilde kabullenmesinin nedenlerini araştırır: örneğin İslamdan önce tecavüzlerin, zinanın aşırı olduğu söylenir, oysa “İslam’la eş sayısı 4’e indirilmiştir”
Üçüncü bölümde ruh madde dualizminden bahseden Berktay Eski Yunan Felsefesindeki düşünce geleneğinden ötürü doğan uzlaşmaz karşıtlıkları inceler: “Aydınlık/karanlık, iyi/kötü, süreklilik/değişiklik, kuru/yaş, tek/çift, gündüz/gece, akıl/duygu, ruh/beden, dişil/eril”… Burada önemli olan bu karşıtlıkların birbirleriyle bir denge ve eşitlik ilişkisi içinde değil, hiyerarşik bir ilişki içinde olmalarıdır. Ayrıştırmak Eski yunan felsefesine kadar dayanır. Platon’un “dikkatle seçilip yetiştirilmiş elit içinden bazı kadınların eşit konuma getirilebileceği” düşüncesi, Aristoteles’in “ruhu taşıyan erkek spermdir, beden ise ölümcüldür, taşıBurada önemli olan bu karşıtlıkların birbirleriyle bir denge ve eşitlik ilişkisi içinde değil, hiyerarşik bir ilişki içinde olmalarıdır. Ayrıştırmak Eski yunan felsefesine kadar dayanır. Platon’un “dikkatle seçilip yetiştirilmiş elit içinden bazı kadınların eşit konuma getirilebileceği” düşüncesi, Aristoteles’in “ruhu taşıyan erkek spermdir, beden ise ölümcüldür, taşıyıcıdır” fikri tohum-toprak ilişkisinden gördüğümüz gibi “uygarlık tarihinde meydana gelen belirleyici bir değişikliğin insan düşüncesine yansımasını ve sistemleştirilmesini ifade eder.
 “Platon ve Aristoteles’in dualist rasyonelizmi, bir toplum egemenlerinin ve onların statükoyu  sürdürme isteklerinin, o toplumun en derin düşünürlerinin kavrayışını bile nasıl sınırlandırıp çarpıttığına iyi bir örnektir” (Berktay, 165)
İnsan değerine ilişkin bir hiyerarşinin yaratılması ve bunun eşitsiz toplumsal ve ekonomik ilişkileri meşrulaştırmak için “doğal” sayılması, tarihin her döneminde görülen bir durumdur.
Dördüncü bölümde Amerika ve İran örneklerinden yola çıkan Berktay köktendinciliği sorgular. Amerika ve İran’daki din algılanışının farklılıklarına dikkat çeker. Aslında her iki tarafın da alttan alta ya da yumruk göstere göstere dinsel açıdan yaşadıkları endoktrinasyon süreçlerinden bahseder. İran’da 1979’taki peçeli direniş üzerine yaptığı alıntı ve yorumlar, kadınların bundan sonra ne yapması gerektiğini aslında bir anlamda anlatır gibidir:
“Dolayısıyla, içselleştirmeye “hayır” demek, zorla dayatılan kalıplara direnmek ve kendi adını koymaya cesaret etmek, ister istemez kadınları tektanrılı dinlerin mutlakçı yorumlarıyla bir hesaplaşmaya götürecektir. Üstelik yalnızca inanmayan kadınları değil, inananları da! Nitekim bu yüzyılın başlarında bir Müslüman Arap kadını kadınlarınuğradığı haksızlıklara şöyle isyan etmekteydi:
Despotluk ve baskının eseri olan bu haksız peçelenme yasası da nedir? Bu zorunluluk Allah’ın ve onun peygamberinin kitabının çiğnenmesi demektir. Bu yasa, kadınları fiziksel güçle boyunduruk altına almış olan erkeğin yasasıdır. Bu yasayı yapabilmek için erkek, Allah’ın kitabına müdahale etmiş onu tahrif etmiştir. Erkek zararı kendisine dokunsa bile, despotluğu ve baskıcılığıyla mağrur olmuştur. Bu yasayı o kendi başına, kadına en ufak bir şekilde danışmadan yaptı. Bu yüzden de yaptığı yasa, Allah’ın iradesine aykırı bir biçimde, sadece erkeğin arzularına uygun oldu” (214)
Fakat kadınlar “kendi tarihlerini öğrenmekten ve kendi bilgi dağarcıklarını inşa etmekten alıkondukları için” bundan 70 yıl sonra, İran’da yaptıkları gibi ataerkil kalıpları benimseyerek ve ataerkil simgeleri kabullenmenin nelere mal olacağını unutarak “peçeli direnişe” giriştiler. Şah rejiminin zulmüne karşı koyarken Mollarla birlikte yürüyerek özgürlük ve demokrasi taler ediyorlardı, ama aynı zamanda da hareketin önderliğini yapan mollaların emriyle örtünüyorlardı. “Onlara göre bu, o sırada verilmesi gereken önemsiz bir taviz”di. Ama Berktay’ın tüm kitapta ima ettiği gibi her şey “bunu da şimdilik kabul edelim” demekle olacaktı:
“Biz farkında olmasak bile onlar, bu önemsiz gibi görünen küçük tavizlerin nasıl bir alışkanlık yaratacağını, kişiliğimizde ne tür tahribatlar yapacağını biliyorlardı. Öyle ki, her bir taviz diğerine eklenecek ve sonuçta, her şeyin eskiden beri öyle olduğuna inanan, itiraz etmeyi unutmuş insanlar olacaktık.” (215)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder